Şirketler Ekim, Kasım, Aralık aylarında öyle bir telaş içindedir ki, görmeyin gitsin.
Ne de olsa yıl sonu gelmektedir ve şirketin yıl sonu karnesi yaklaşmaktadır. (Gerçi, karne sonucunda dağıtılan “harçlıklar” 90’lı yılları mumla aratmaktadır ama 2000’li yıllarda dağıtılanlar “hiç yoktan” iyidir, nasiplenenler için.)
Bir yanda satış ekipleri yıllık kotalarını tutturmaya çabalarlar. Neredeyse geride kalan dokuz ayın yarı performansını bu aylara sıkıştırmaya çalışırlar. Bu durumu iyi bilen kurt bayiler ve müşteriler kendini ağırdan satarak bu ayları beklerler. Pazarlıklar çetin geçer. Dokuz ay boyunca burnundan kıl aldırmayan satışçılar, çaktırmadan teslim olmaya başlarlar. Tavizler verilmeye başlanır; iskontolar, ek vadeler ve dahası.
Ancak, hedeflerinde geri kalan sadece satışçılar değildir...
Bütçe departmanlarından diğer departmanlara her gün bir e-posta gelir. “Varsayımlar şu oldu, şöyle bir büyüme bekliyoruz” gibilerinden. Her departmandan gelecek yılın bütçeleri istenir. “Aman çok fazla masraf çıkarmayın” denir. Ancak diğer yandan, o yılın bütçesinde kalanlar ise “gümbürtüye gitmesin” maksadıyla harcanır. (Aman patronlar duymasın!)
Yine bu dönemlerde, insan kaynakları departmanları performans değerlendirme sisteminin düğmesine basar. Amaç bellidir: Geçmiş yılın hesabı kapanacak ve gelecek yılın hedefleri belirlenecek.
Bu aylarda artık patronların sabrı taşmıştır. “Bana, ne vereceksin?” diye sıkıştırır üst kademe yöneticilerini. Yönetimde yaşanan bu stres ise, yıl sonu yaklaştıkça domino etkisi ile günden güne tüm çalışanlara yayılır.
Kısacası; bir telaştır, bir strestir bu aylar. Şirket içinde herkeste bir koşuşturma. Zannederseniz ki, bu şirket 9 ay yatmış, tüm işini bu üç aya bırakmış.
Esasında bakarsanız bu önerme pek de haksız sayılmaz.
Bayram derken, yaz tatili derken, seçim derken -ki her sene yapacak bir seçim buluruz-, net çalışma süremiz pek bir kısalır. Bir de ülkece kaplumbağa değil tavşan olmayı sevdiğimiz için her şey sıkışır bu zavallı üç aya.
Yıl sonu geldiğinde ise bir bakarsınız, o kadar işin neredeyse hepsi bitmiş. Yani satış hedefleri tutmuş, projeler tamamlanmış, eğitimler alınmış, her şey olması gerektiği gibi. Ama tabii ki sadece kağıt üstünde! ;) Olsun, hemen egomuz kabarır, "ne büyük iş başardık" diye. Ancak işin kalitesine bakınca, işte orada durumlar pek parlak değildir. Her şey aceleye gelmiştir.
Satış yaparken kar gözden kaçmıştır. Eğitim yaparken, kalite. Projeler devreye alınmıştır ancak pek çok işlevi aksamaktadır, yarım yamalaktır.
Acele yapılan işlerin hiç biri, sonuçlara beklendiği gibi yansımamaktadır. Hiç kimse sindirememiştir yapılan işleri. “Yaptık mı yaptık” mantığı bizi buraya götürmüştür. Gel gör ki, günün sonunda elde ne kalmıştır? Biraz kar, çokça karmaşa, bir de tasarlanmış rafta kalmış veya işlemeyen birçok proje.
Buraya kadar anlatılanlardan ne ders çıkartılmalı?
BİR, birlikte bir çalışma takvimi çıkaralım ki, bu işleri yılın aylarına mümkün olan en uygun en dengeli mantıkta yayabilelim. Bu takvime göre yıl içindeki bazen tempomuzu yükseltelim bazen de rölantiye alalım. Daha sonra bayram demeyelim, kar demeyelim, kış demeyelim. Her çalışma anımızın etkinliğini sorgulayalım. Boşta geçen her anımızdan rahatsızlık duyup, iyileştirmeye yapabilelim.
İKİ, bir işi yapmış olmak için yapmayalım. Gerekirse o yıl yapmayalım, kaynağımızı gereksiz tüketmeyelim. Az yapalım öz yapalım. Teşvik sistemlerimizi öyle kuralım ki, bizi bu yönde motive etsin. “Çok iş yaptım, bana daha fazla prim verin” mantığını, “şirket değerinde ve karlılığında yaratmış olduğumuz katkı” ile değiştirelim. Bu katkıyı günümüzde sadece yöneticilerin yaratmadığını diğer çalışanlarımızın bunda azımsanmayacak etkisi olduğu gerçeğini göz önünde bulunduralım ve onları bu teşvik sistemi içine dahil edelim.
ÜÇ, günlük yaşayıp, planlarımızı bir yıllık yapmayalım. Gelecek yılları da planlayalım. İzninizle burada bir benzetme kullanmak istiyorum... İtalyanların dediği gibi, ızgaranın üstüne yiyeceğimiz kadar et koyalım. Etleri yiyelim bitirelim. Hala karnımız doymamışsa, o zaman yenilerini ızgaraya atalım. Kıtlıktan çıkmış insanların açık büfe görmüş halleri gibi tabakları ağzına kadar doldurup, yarısının çöpe gitmesine izin vermeyelim. Ya da tüm yemekleri yiyeceğim diye sağlığımızı tehlikeye atmayalım.
Tüm bunları yaptıktan sonra göreceğiz ki hem bizlerin yaşamı daha dengeye gelecek ve stresimiz azalacak hem de şirketimiz daha verimli ve karlı çalışabilecek.
Belki eskisi kadar iş hacmimiz olmayacak.
Belki bazı işleri bizler değil, başkaları yapacak.
Belki de şunu sormalıyız kendimize: “Amaç ne pahasına çok iş yapmak mı olmalı? Yoksa daha karlı, daha verimli daha etkin iş yapmak mı?”