Yaşamın her yerinde ve anında olduğu gibi iş yaşamında da insanları anlamak büyük önem taşıyor.
Özellikle de yönetici iseniz ya da insan kaynakları, pazarlama, satış gibi müşteri olsun çalışan olsun insanlarla yakın ilişkiler içinde bulunan fonksiyonlarda görev yapıyorsanız “insanı anlama” becerisine sahip olmanız hem yaşamınızı kolaylaştırıyor hem de sizi başarıya götürüyor. Bu becerinin ne kadar kritik olduğunun farkına varan kişi ve kuruluşlar “insanı anlamak” için birçok etkinliğin içine girebiliyorlar. İlk yapılan sahaya inmek, insanlarla temas etmek oluyor. Ardından da “insanları anlama sanatına” yönelik eğitimlere katılmak ve kitaplar okumak geliyor.
Tüm bu etkinliklerde elde edilen bilgiler başlangıçta kişilere bir hazine gibi gözükse de, iş önceliklendirilmesinde bu kavram ve etkinlikler geri plana atıldığında, bu aşamaya kadar toplanan bilgiler “bayatlayan, kullanılmayan ve entellektüel dağarcıkta depolanan” bilgi konumuna geliyor. Daha sonra da bu bilgilerden apayrı, kendi tarzımıza uyan ve bu yüzden de aklımıza yatan bilgilere dayanarak aldığımız kararlar sonucunda işlerimiz arap saçına dönüyor. İşe yeni personel alırken kendimize en benzeyeni, motivasyonla ilgili bir konu gündeme geldiğinde sanki kendimizi motive ediyormuşcasına devreye aldığımız kimsenin ilgisini dahi çekmeyen onlarca uygulama.
Diğer bir deyişle, rasyonel olmaktan ve karşımızdakini anlamaktan uzaklaşıp kendi vücut ölçülerimize göre diktiğimiz kıyafetleri başkalarına giydirmeye çalışıyoruz. Bırakın çalışmayı hatta zorluyoruz.
Eğer bu bakış açımızı müşterilerimize de yansıtıyorsak, vay halimize. Neden derseniz; toplumlar sürekli evriliyor, kuşaklar çok kısa zaman dilimleri içinde birbirinden farklılaşıyor. Farklılaşan kuşakları tanımlamak için kullanılacak harfler neredeyse tükeniyor. X, Y derken Z geldi, diğerleri de sırada.
Bu durumu farkeden akıllı profesyoneller bilimsel yöntemlere dayanan pazar araştırmaları yaptırarak müşterilerini ne kadar iyi anladıklarını sorgulamaya başladılar. Böylelikle “herkes benim gibi düşünüyordur” tuzağından kendilerini koruyorlar.
Ancak bu yazının başında da vurgulandığı gibi çalışanları anlamakta müşterileri anlamakta gösterdiğimiz gayreti göstermiyoruz. Belki çalışanları anlamak için de bilimsel araştırmalar yaptırıyoruz, ancak “bize bir şekilde mahkum, o olmazsa başkası olur” şeklindeki bakış açımız bu araştırmaların tozlu raflarda yerini almasına yol açıyor.
Hemen akıllara şu soru geliyor: Çalışanları anlamak müşterileri anlamaktan çok daha mı önemsiz?
Tabii ki, birçok yanıtın HAYIR olduğunu duyar gibi oluyorum. O zaman neden gerçek yaşamda böyle bir durumla karşılaşıyoruz?
Herşeyden önce profesyonel yöneticiler kârlılık ve pazar payı başta olmak üzere finansal ve müşteri perspektifindeki iş sonuçlarından hesap veriyorlar. Bu sonuçlara göre başarıları takdir ediliyor. Hal böyle olunca da çalışan perspektifindeki ihtiyaçlar arka plana atılıyor.
Bu yangını daha da körükler bir şekilde patronlar kâr büyüsüne kapılarak, kâr elde edilirken kullanılan kaynakların ne kadar verimli kullanıldığına odaklanmadığından yani “kâr getir de nasıl getirirsen getir” moduna girdiklerinden, film bu noktada tam anlamıyla kopuyor.
Benim gibi doğası israfa dayanamayan, “ulusal servet, doğal kaynak, yenisini nasıl bulacağız” endişelerini paranoya düzeyine getirmiş kişilerde rastlanan bu tarz takıntılar, maalesef birçok popüler profesyonel yönetici profilinde gündeme dahi gelmiyor.
O zaman da “gidenler gider, kalan sağlar -çoğu kez de çürükler- bizimdir” felsefesiyle de bu kadar oluyor.
Ne zaman patronlarımız “kaynaklarımız kıt, tüm kaynaklardan maksimum düzeyde yararlandın mı?” sorusunu profesyonel yöneticilerine soracak ve onlardan anlamlı açıklamalar almaya başlayacak, zannederim o zaman işlerimiz biraz daha yoluna girecek.
Korkarım, böyle gidersek harcayacak kaynağımız kalmayacak.
Daha Fazla Daha Az